Easy !
Go to https://www.gov.uk/get-access-evisa
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dilde ana avrat düz gideceksin
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernuş
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.
Bedri Rahmi Eyüpoğlu
1911 – 1975
Karaköy tatlıcılar rölyefi ve Amerika’da karpostal olarak basılmış Eşek üzerinde çocuklarını taşıyan köylü kadın resmi de Bedri Rahmi’ye aittir.
Efes Antik Kenti, Selçuk İzmir
Ölüdeniz, Fethiye Muğla
Pamukkale Travertenleri, Pamukkale Denizli
Dilek Yarımadası Milli Parkı, Kuşadası Aydın
Aspendos Antik Tiyatrosu, Serik Antalya
Patara Plajı, Kaş Antalya
Cennet Cehennem Mağaraları, Silifke Mersin
Kız Kalesi, Erdemli Mersin
Eğirdir Gölü, Eğirdir Isparta
Salda Gölü, Yeşilova Burdur
Safranbolu- Karabük
Çeşme, İzmir
Göreme Açık Hava Müzesi l Nevşehir
Şahinkaya Kanyonu l Samsun
Kazdağları
Datça palamutbükü
Erciyes Dağı Kayak Merkezi
Ulubey Kanyonu, Ulubey Uşak
Anıtkabir, Çankaya Ankara
Kapadokya, Nevşehir
Odunpazarı Evleri, Odunpazarı Eskişehir
Sümela Manastırı, Maçka Trabzon
Ayder Yaylası, Çamlıhemşin Rize
Yedigöller Milli Parkı, Bolu
Amasra, Bartın
Nemrut Dağı ADıyaman
Abant Gölü, Bolu
Tarihi Yarımada, İstanbul
Prens Adaları, İstanbul
Uludağ, Bursa – good to go now in winter
Kız Kulesi, Üsküdar İstanbul
İznik Gölü, İznik Bursa
Ulu Cami, Bursa
İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı l Kırklareli
Tarsus Nusret Mayın Gemisi Müzesi ve Kültür Parkı l Mersin
Selimiye Camii l Edirne
Karagöl Sahara Milli Parkı l Artvin
Bodrum Kalesi l Muğla
Sultan Ahmet Camii ve Meydanı
Zeugma Mozaik Müzesi l Gaziantep
Göbeklitepe, Haliliye Şanlıurfa
Halfeti, Şanlıurfa
Side Antik Kenti, Manavgat Antalya
Damlataş Mağarası, Alanya Antalya
Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı, Eceabat Çanakkale –
where Gallipoli war happened between Türks and Australian-New Zealand and British troops . Unfortunately this intention cost tens of thousands to die far away home.
1790’lı yıllarda Polonya (Lehistan) parçalanıp Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından pay edilir. Bu durumu ise o zaman dünya üzerinde bulunan devletlerden sadece Osmanlı İmparatorluğu kabul etmez. Lâkin tabii ki bu üç devletle savaşıp Polonya’yı kurtarabilecek gücü de yoktur. Fakat Osmanlı İmparatorluğu sağlam bir tavır sergileyerek o tarihten sonra tam 120 yıl boyunca Polonya’nın dağılışını protesto eder ve bu yok edilişi tanımadığını ilan eder.
Bunu da şu şekilde gerçekleştirmektedir: Osmanlı padişahları senede bir gün ülkesine gelen tüm yabancı sefirleri aynı anda ağırlamakta, merasim düzenlenmektedir. işte her sene bu merasimlerde sanki Polonya hâlâ varmışçasına sıra bu devletin sefirini anmaya geldiğinde “Lehistan sefiriiii!” diye bağırılır ve bir osmanlı askeri “Lehistan sefiri yoldadır!” şeklinde bağırarak cevap verir.
Bu, osmanlı imparatorluğu’nun oradaki tüm yabancı sefirlere “biz hâlâ Polonya’nın işgalini tanımıyoruz!” şeklinde bir notadır aslında. Bu durum Polonya’nın tekrar bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etmiştir. Hatta yıllar önce Avrupa Birliği’ne üye ve üye olmaya çalışan ülkelerin Topkapı Sarayı’nda düzenlenen toplantısında Polonya Cumhurbaşkanı kürsüye çıkar çıkmaz ilk sözü “Polonya elçisi geldi!” olmuştur.
Hikâyenin temeli, Polonya-Litvanya Topluluğu’nun 1795’te Prusya Krallığı, Rusya İmparatorluğu ve Habsburg monarşisi arasında bölünmesini tanımayan tek büyük ülkenin Osmanlı İmparatorluğu olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı kaynaklarda Kaçar İran’ın da bu bölünmeyi tanımadığı belirtilir.[4][5]
Bu hikâyenin ilk yazılı kaydı 1936-1945 yılları arasında Polonya’nın Türkiye’deki büyükelçisi olan Michał Sokolnicki’ye aittir. Hikâyeyi İstanbul Polonya toplumunu tanıyan bir Türk subayı ve politikacı olan Ali Fuat Cebesoy’dan öğrendi. Cebesoy, bu alışkanlığın saltanat sonuna kadar devam ettiğini, Sultan II. Abdülhamid döneminde genç bir subay olarak buna bizzat şahit olduğunu iddia etti.
Atatürk annesi Zübeyde Hanımın mezarı başında. 27 Ocak 1923 tarihinde gerçekleşen bu ziyarette Atatürk aşağıdaki o meşhur konuşmasını yapmıştır: “Zavallı validem bütün millet için mefkûre olan İzmir’in mukaddes topraklarına vücudunu vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm yaratılışın en tabii bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne hazin tecelliler arz eder. Burada yatan validem, zulmün, cebrin bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir idarenin kurbanı olmuştur. Bunu izah etmek için müsaade buyurursanız ıstıraplı hayatının bariz birkaç noktasını arz edeyim. Abdülhamit devrinde idi. 320 (1905) tarihinde mektepten henüz Erkan-ı Harp yüzbaşısı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana tesadüf etti. Hakikaten bir gün beni aldılar ve despot idarenin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem bundan ancak hapishaneden çıktıktan sonra haberdar olabildi ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç-beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar despot idarenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgahımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Beni sürgün yerime götürecek olan vapura bindirirlerken benimle görüşmekten men edilmiş olan validem, gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim mücadeleler onun hayatını ıstıraplar ve gözyaşları içinde geçirtmiştir. Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim vakit, validemi mustarip bir halde İstanbul’da terke mecbur olmuştum. Yanımda kendisinin refakatime verdiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman validem, bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberdar olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının infaz edildiğini zanneylemiş ve bu zan kendisini felce uğratmıştı. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını elem, ıstırap içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgahı bin türlü sebep ve vesilelerle basılır ve aranır, kendisi rahatsız edilirdi. Validem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi.” Atatürk, cefakar annesini böyle anlatıyor ve devam ediyordu: “Validemin kaybından şüphesiz çok üzgünüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni teselli eden bir husus vardır ki, o da anamız vatanı mahv ve haraplığa götüren idarenin artık bir daha dönmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Validem bu toprağın altında, fakat milli hâkimiyet ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hâkimiyet ilelebet devam edecektir. Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna ahdetmiş olduğum vicdan yeminimi tekrar edeyim. Validemin kabri önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve sağlamlaştırdığı hâkimiyetin muhafazası ve müdafaası için icap ederse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
@x tsumut71