Category Archives: Yazılar

Heidi’nin Gerçek Hikayesi – İsviçre’nin Karanlık Yüzü

Verdingkinder; Çıplak Ayaklı Çocuklar
80’ler ve 90’lar da yaşayanların severek takip ettiği çizgi film kahramanı Alp Dağlarının sevimli kızı Heidi’yi çoğumuz biliriz. Peki ya Heidi’nin gerçek hikayesi? Al yanakları, eskimiş elbiseleri ve kocaman yüreğiyle herkese yardıma hazır çoğu kez çıplak ayaklarıyla resmedilen Heidi’nin gerçek hikayesi ve onun esin kaynağı sizleri çok şaşırtacak. Aslında çizgi filmi iyi takip edenler Heidi’nin özgür ruhundan dolayı ayakkabı giymeyi kendisinin istemediğini bilir. Ancak İsviçre yakın tarihi hakkında yapılan bazı araştırmalar bu olayın çok büyük ihtimalle İsviçre’nin karanlık tarihine gizli bir gönderme olabileceğini gün yüzüne çıkarıyor.
İsviçre edebiyatının en bilinen eserleri arasında yer almakta olan orjinal hikayenin yaratıcısı Johanna Spyri, 1980-1981 yılları arasında yayımladığı bu çocuk kitabında
(kitaplar iki cilttir. İlki Heidi: Onun Gezip Öğrendiği Yıllar (Almanca: Heidis Lehr- und Wanderjahre, ikincisi Heidi: Öğrendiklerini Nasıl Kullandı (Almanca: Heidi kann brauchen, was es gelernt hat))
 80’lere kadar İsviçre toplumunda konuşulması tabu kabul edilen çıplak ayaklı çocuklar hadisesine dikkat çekmiştir. Peki nedir bu olayın aslı?
Heidi’nin gerçek hikayesi Verdingkinder diye anılan çıplak ayaklı çocuklar amiyane tabirle köle çocuklar ile başlıyor. İsviçre’de gayri meşru olarak dünyaya gelen, anne babası hapiste olan, suç işlemiş yahut kimsesiz kalmış çocuklar kilise papazları tarafından onlara bakabilecek kişilerin yanına yerleştiriliyor ya da bir başka deyişle satılıyorlardı. Toplum tarafından dışlanan bu ailelerin çocukları papazlar tarafından ailelerinden alınır, çiftliklerde çalışmaları için kiralık olarak verilir veya şehir, kasaba merkezlerinde kurulan çocuk pazarlarında ev işlerinde kullanılmak üzere satışa çıkarılırlardı. Çocuklar satın alındıklarından itibaren onları satın alan kişinin vesayetinde sayıldıkları için, başlarına gelen dayak, işkence, taciz ve hatta tecavüz vakalarıyla hiç kimse ilgilenmezdi.
Çünkü bu çocuklar toplumun gözünde iyi bir ailenin yanına yerleştirilerek kurtarılmış sorunlu çocuklardı ve şikâyet etmek yerine kurtarıldıkları için sadece minnettar olmalıydılar!
Ahırda hayvanlarla yatıp kalkmaya layık görülen, çuvaldan elbiseleriyle sadece ekmek yedirilen bu çıplak ayaklı çocuklar uzun yıllar boyunca İsviçre halkı tarafından kanıksandı, hatta öyle ki, birçok aile bu çocukların ayakkabılı “normal” çocuklardan ayırt edilmesinde kolaylık sağladığından zavallı çocukların çıplak ayakla dolaşmasının daha uygun olduğunu düşünmekteydi! İsviçre toplumunun üstü kapalı olarak işlediği bu kölelik sistemi ilk bakışta çok uzak bir tarihe ait kötü bir anı gibi geliyor, ancak İsviçre’de Verdingkinder denilen bu kölelik sistemi, inanması güç bir şekilde 1981 yılına kadar tam olarak yasaklanmadı! Daha da kötüsü İsviçre devletinin şuan bazıları hala hayatta olan bu insanlardan resmi olarak özür dilemesi ise ancak 2013 yılında mümkün oldu.
Peki, Hiç Mi Yükselen Sesler Olmadı?
İsviçre toplumunun garip bir şekilde kanıksadığı ve tepkisiz kaldığı bu olaya yükselen ilk sesler ancak yabancılardan geldi. Bir Rus doktorun, çalıştırıldığı çiftlikte ağır ve yoğun tecavüzlere uğrayan ve bunun sonucunda hayatını kaybeden bir erkek çocuk için resmi rapor hazırlaması bu olaya yükselen ilk seslerden biridir. Bu tür vakalarda doktorlar çoğunlukla ölü çocuğun ölüm sebebini görmezden geliyor ve üstünü kapatıyordu. Yani doktorun yaptığı bu eylem hiç rastlanan bir durum değildi. Sonuç olarak Rus doktorun hazırladığı bu rapor otoriteler tarafından dikkate alınmadı ve doktor farklı milliyeti yüzünden dışlandı. Bu olaydan sonra bazı kadın örgütleri ve sendikalar da çocuk kölelerin durumuna karşı seslerini yükselttiler. Ayrıca bazı yazarlarda bu olaya karşı tavır aldılar.
Kendisi de Verdingkinder adı verilen kölelik sisteminin kurbanı olan yazar Carl Loosli annesi ve babasını doğru dürüst göremeden 11 yaşına kadar çiftliklerde çalıştırılıp tacizlere uğramıştı. Yazarlık yaptığı dönemde başına gelenlere sessiz kalmadı ve bu konu üzerine yazılar yazdı. Ne yazık ki, İsviçre’nin tabu olarak kabul ettiği ve kanıksadığı bir sisteme çomak sokmaya çalıştığı için yazdıkları hiç bir zaman ciddiye alınmadı ve yaşadığı dönemde değer görmeyen bir yazar olarak kaldı.
Ayrıca İsviçre’nin yıllarca üstünü örttüğü bu utancın kurbanlarından biri olan Probst, uzun süre sakladığı gerçekleri artık tüm İsviçre’de yapılan toplantılarla anlatarak ve kendisine gelen soruları cevaplandırarak İsviçre’nin bu karanlık döneminin gün yüzüne çıkarılması için uğraşıyor. Charles Probst’un hikayesi  mi ? 79 yaşındaki Charles Probst, annesinin “köle çocuk” olarak çalıştırıldığı çiftlik sahibi tarafından tecavüze uğramasıyla hayata gelmiş. Sonuç olarak başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin başından geçen kötü talih onunda başına gelmiş. Yıllarca saat sabah dörtte kaldırılarak ot biçtirilmiş, ahırlarda yaşamaya mecbur bırakılmış, yıllarca dişlerini dahi fırçalamasına izin verilmemiş, iç çamaşırı giydirilmemiş, hasta olduğunda doktora dahi götürülmemiş, cinsel istismarlara uğramış. Sabahları kuru ekmeği suya bandırarak yemek zorunda bırakılmış.
Ünlü ressam Albert Anker ‘de İsviçre yaşamını yansıttığı tablolarında çokça bu çıplak ayaklı çocuklara yer vererek, görmezden gelinen bu gerçeği tablo meraklısı zengin zümrenin önüne sermeyi amaçlamıştır.
Evrensel Dergisi 2015 Şubat Sayısı
Nuray Kaygaz

İngiliz kızların partisi

İngiliz yargıç gece yarısı parktan geçen kızı korkutan adama 7 yıl 7 gün hapis verince şaşıran gazeteciler sormuşlar:
– adam kıza elini bile sürmedi, kaçan kızın çığlıklarına yetişenler de adamı yakaladılar. bu 7 yıl 7 gün çok değil mi?
yargıcın cevabı hukuk tarihine geçecek düzeydedir:
– kızı korkutmanın karşılığı 7 gündür. 7 yıl, ingiliz kızlarının gece yarısı parkta dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezasıdır.

Anestezi ve Reanimasyon uzmanlık sınav soruları

20 ocak 2016 da girmiş olduğum anesteziyoloji ve reanimasyon uzmanlık sınavımın sorularını ve  diğer arkadaşlarımın bazı sınav sorularını  sınava benden sonra girecekler için paylaşıyorum.

Dr. Murat Gönenç Bakırköy Sadi Konuk Eğitim Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi

Dr. Sibel Oba Şişli Hamidiye Etfal Eğitim Araştırma Hastanesi Anesteziyoloji Reanimasyon

Dr. Faruk Seçkin Yücesoy (uzman adayı)

Dr. Nergiz Sungur Taksim GOP Eğitim Araştırma Hastanesi Anesteziyoloji Reanimasyon

Dr. Leyla Saitoğlu İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim Araştırma Hastanesi Anesteziyoloji Reanimasyon

Dr. Gülfidan Kaygusuz Aras Yedikule Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Dr. Ayşe Hancı Şişli Hamidiye Etfal Eğitim Araştırma Hastanesi Anesteziyoloji Reanimasyon

 

1-Kaudal blok sonrası yüz kaslarında kasılma ve aritmisi olan hastada ne düşünürsün ?


Lokal anestezik toksisitesi


1b-Tedavisi nedir ?

Hava yolu güvenliği  ve resüsitasyon, midazolam, propofol, tiyopental, iv lipit solüsyonu

Continue reading Anestezi ve Reanimasyon uzmanlık sınav soruları

ABD vizesi ve Pasaport

Merhaba !

Eğer Amerika Birleşik Devletleri için turistik vize başvurusunda bulunmak istiyorsanız ve daha önce vize almış birisinin yardımına ihtiyaç duyuyorsanız doğru adrestesiniz.

Aşağıdaki uzunca yazı Üniversite mezunu 26 yaşında turistik amaçlı abd vizesi almak isteyen birisi için birinci elden %100 geçerlidir.Diğer şekillerde ufak tefek ekleme ve çıkarmalar olacaktır.örneğin bir öğrenci için transkrip şart veya eğitim için giden birisi için karşı üniversiteden alınan davet ve formlar,farklı amaçlar için farklı formlar da doldurulması istenebilir.ancak bunlar nadir.o yüzden aşağıda anlattıklarım %95 in vize görüşmesi için ihtiyaç duyduğu herşeyi kapsıyor olacak.

Ekim.2011 de abd vizesi almış birisi olarak bu işlerin nasıl yapıldığını sade ve basit bir şekilde anlatmak istiyorum.Amacım sadece bu bloğu okuyarak çok pratik bir şekilde vize alabilmeniz.

Meraklıları için hemen maliyeti de yazayım :

Continue reading ABD vizesi ve Pasaport

Mayıs 2014 Londra Seyahatim

İnsanlara defalarca aynı şeyleri anlatmak zoruma gittiği için ve anlattıklarım genelde hep aynı olduğu için bunları bir defada yazıp  “ee londra nasıldı”  diyenlere nutuk atma isteği içimde zuhur ettiğinde bir bağlantı vermek kadar kolay içimi dökmek istedim.
Londra maalesef bizden yüzyıl ötede , gelişmiş, kalkınmış , insanların bakışlarında refah, huzur ve mutluluğu bariz bir şekilde görüyorsunuz.
Beni en çok etkileyip en çok üzen şey ise özellikle restoranlarda ,mağazalarda,cafelerde çalışan insanların hep mutlu, güleryüzlü,kibar ve işini özenle yapıyor olması. Adamlar mutlu . Kimsenin suratı asık değil. Yolda da metroda da herkes güleryüz gösteriyor.Aslolan da şu ki adamlar bunu yapmacık da yapmıyorlar. Herkesin dilinde bir ‘sorry, thank you ,helloow’ üçlemesi var ki biryerden sonra sinirlerimi bozuyor.Çünkü döndüğüm yerde bunlar olmayacak.Londra ya adım atar atmaz Oyster kart adındaki  akbillerini almak için sıraya girdik.Sırada 20 kişi bekliyor ve adam orada 1 aylık oyster kart almak istediğimizi söyleyince adres bilgimizi istiyor. Otelin adresini verdim adam bulamadı.Yaşlı herhalde göremedi dedim diğer bir otel adresi verdim bunun zip kodu nedir dedi.Aaa ıı şey herhalde 10130 du diye attım gitti. nedir abicim yaz gitsin diye düşünüyorum. Adam bu hiç mantıklı bir zip kodu gibi gelmiyor kulağa demez mi ? ! E der. Adamlar bir aylık akbil alacak adamın adresini bilmek istiyorlar. mail adresini ve başka kişisel bilgilerini.Hayır şimdi burada 2 tane ilginç ve komik nokta var. birincisi 20 kişilik sırada kimse biz herkesin zamanına umarsızca tecavüz ederken gıkını çıkartmıyor.Memur adamın tek derdi bizim zip kodunu bulup sisteme girmek zira sistem aksi taktirde kartı vermiyor.Ayrıca ingiltere zip kodları aynı şunun gibi : zyl9k . Adam benim salladığım zip kodu için bana kötü kötü de bakmadı ayrıca. Kafası karıştı garibimin.Alışık da değil demek ki bizim gibi adamlara.Türkiye ye turist gelecek ben orada veznedar olucam ,benden 1 aylık akbil isteyecek ben ona tr adresini soracağım adam posta kodun nedir diyince  bana qqwll diyecek. Adamın alnını karışlarım.Yaparım bilirim.
Olayın geçtiği Victoria Station denen mekandan bir fotoğraf paylaşıyorum sizlerle.
İstasyona Victoria s Secret diyenler de var.İsim verip rencide edecek değilim burada.
Oyster kart ile metro otobüs trene binebiliyorsunuz.
Londranın metro ağı ünlü.Gerçekten biryerde metro bitiyorsa ya diğeri başlıyor ya tren başlıyor.Yurdu demir ağlarla adamlar örmüş.Biz hala öğüt dinleyeceğiz.Metro ile gidilmeyecek yer yok yeter ki sizin aktarma yapmaya mecaliniz olsun .Metrolarda bizdeki kadar yoğunluk da yok.tıkış tıkış olmuyor. O lanet otobüslerde eğer birisinin kartı yoksa şöföre para verip bilet alıyorsunuz.Arkanızdan kimse sizi geçmiyor .herkes bekliyor.Herkes sakin. Bizim kültürün tabiriyle mal mal bekliyor adamlar.İzdiham diye birşey yok. Kimse sinirli de değil zaten.Korna sesi de duymadığınız için içinize siniyor bir huzur.Gözlerimi kapatınca yandaki parkın kuş ve ağaç sesleri gelmiyorsa eğer duyacağınız insan kahkasıdır.Ahh ya da şöyle söyleyeyim ,, Gözlerimi kapatınca yandaki parkın kuş ve ağaç sesleri gelmiyorsa eğer ne olmuştur biliyor musunuz anlatayım : gözlerimi kapatarak yürüyemediğim için durmuşumdur. kapattığım kaldırım yolunda insanlardan uzun bir kuyruk oluşmuştur ve herkes gözlerimi açıp yoluma devam etmem için sabırla bekliyordur. Sıradaki adamların bazıları cep telefonunu karıştırırken bazıları telefonla konuşuyor kimisi de çocuğu kucağında ona sosyal hayat dersi veriyordur.Olayı tasvir edebildim mi bilemiyorum.Londra da beni yaralayan bir başka gerçek ise müze gerçeğidir. British Museum isimli büyük ingiliz müzesinde kaybolmaktan sıkılmak , tabela mı takip edeyim nere gideyim hangisini okuyayım hangisinin resmini çekeyim diye düşünürken yorulmak, kendini müze içerisindeki restoranda birşeyler atıştırıyor bulmak müzelere başka bir bakış açışı kazanmamı sağladı. Ben oysa ki Dolmabahçe Sarayındaki Almanca tarih dersi veren  rehberi gördüğümde biz bu olayı aşmışız sanmıştım. Burada heryer tur rehberi elektronik rehberler ve istemediğin kadar dil tercihi kaynıyor.Hayır türkçe yok .Adamlar mısır dan suriye den yunanistan dan muğla dan bodrum dan heryerden yürütüp çaldıkları devasa anıtları, heykelleri tarihi yazıtları oraya koymuşlar. Herbiri Bizim hastane kadar tarihi eseri sergiliyorlar.Utanmışlar herhalde bu durumdan ki müzeler ücretsiz. İşte değil. Adamlarda kültür, sanat doruk noktada.Girişte 5-10 pound bağış yapın diyip duruyorlar fakat seni o kültürü görmekten mahrum bırakmıyor. Kendi milletini ve kültürünü , özünü de sana işliyor.Bu aynı zamanda bir devşirme politikası.Bir gösteri. Bir akrobasi.Dünyanın en fazla turist çeken ülkesinin sana hava atması.Entellektüalite savaşı.Artisleri,National Art Gallery isimli dünyaca ünlü sergide sana sırayla anlatması da dünyadaki ingiliz diyince insanların durmasının sebebi.Burada Sunay Akın ın şu sözlerine gönderme yapmadan geçersem borçlu kalırım kendisine.işte;
sıradaki fotoğraflar National Art Gallery ve British Museum
National Art Gallery nin bulunduğu yer Trafalgar meydanı Londranın tam merkezi . yürüyüş etkinlik protesto herşeyin başladığı yermiş aynı zamanda.Mavi tavuğun olduğu meydan.Şöyle gözüküyor ters açıdan:
üstü tel mozaikli yer İngiliz müzesinin girişi sadece.
Yaya geçişlerinde koca otobüslerin durup siz yol vermesi heryerde bisiklet yolu olması . Bir kredi kartı ile barclays ten bisiklet kiralayabiliyor olmak ve istediğin yere gittiğin zaman bisikleti oraya bırakman londranın lüks tarafları gibi geliyor bize.Hakbuki bunlar bizde de mümkün.Adamlar sanata kültüre değer veriyor .İnsana da değer veriyor.
Şöyle bir masalım var. David Beckham 2000 yılında ingiliz milli takımının hollanda ile yaptığı final maçında  kupayı ingiltere ye kazandıran son dakika golünü attıktan sonra eliyle sol burnunu tıkayıp sahanın çimenlerine sümkürür. O tarihi maç bittikten sonra david beckham ın sümüğünü bu adamlar altındaki 30×30 cm lik alan ile oradan kazırlar.Cam ile kaplayıp müzeye koyarlar. Adamlar böyle adamlar.
Gelelim İngiltere nin  yaşarım burada dedirten özelliklerine  burada heryer yeşillik güzellik ve park.Göz alabildiğine hem de. şehir merkezinde bile .hyde park ı hiç saymıyorum birsürü kocaman park bahçe yürüyüş koşu alanı ve parkuru mevcut.
Bunların hiçbirisi türkiye de olmayan şeyler değil.Bizim yapamayacağımız şeyler de değil.Şimdiye istanbul Londra dan çok daha kaliteli biryer haline gelmiş olabilirdi de .
Kaliteli yaşam için eğitim gerekli sadece. En azından yönetenlerin eğitimli olması şart.
Şu londraki bir parti otobüsü .Sadece kızlar varmış içeride galiba.
(Tower of London)
Benim hayalimde ise şöyle birşey mevcut. Bir Atatürk heykeli.
Ordular ilk hedefiniz Akdeniz duruşu ve başparmağı Akdeniz i gösteriyor olacak.Heykel  boğaz köprülerinden yüksek olacak .Heykelin bir ayağı avrupa yakasında diğer ayağı ise Anadolu yakasında olacak.Her iki ayağın bastığı yerin etrafı kocaman bir giriş park bahçe çimen olacak.Ayakların büyük kısmı asansör olacak.İçerisinde kocaman birbirinden farklı müzeler ve kütüphaneler olacak.en üst katta yabancı devlet büyüklerinin karşılanıp yemek verildiği bir restaurant. 6 boyutlu gösteriler.Alışveriş merkezleri Gösteri salonları tiyatrolar oyun parkları. Gece çöktü mü istanbul a güzelce ışıklandırılacak ve uzaydan las vegas gibi gözükebilecek.istanbul üzerinde ordular ilk hedefiniz akdeniz duruşu bakışı ,silüeti gözükecek.Al sana dünyanın turisti al sana dünyanın imajı al sana dünyanın parası ve prestiji.Her yıl dandik eyfel kulesini görmeye kaç kişi gidiyor düşündünüz mü ?
İleri gitmiş nerdeyse çoğu ülkede anlattıklarım hep aynı. İngilizlere özgü şeyler değil bunlar.Bunlar bilimsel gerçekler hatta.
Neyse işte Londra da mutluydum. Herkesin görüp, iyi bulduğunu vatanıma da kazandırmasını dilerim.
Bunları da buralara boş yere yazmıyorum.Düşünün ve fark edin diye yazıyorum.
Sevgiler