Kintsugi

 

Bu fotoğrafta gördüğünüz çanaklar bir Japon sanatını temsil ediyor. İsmi “Kintsugi”.
Daha önce internette dolaşan başka fotoğraflar da görmüş olabilirsiniz. Halbuki büyütüp duvara asılacak kadar önemli bir fikir var altında..

Her hangi bir eşyamız kırıldığı zaman ne yaparız?
Çok tuzla buz olduysa kaldırır atarız, ya da aman çakılmasın diye özen göstererek yapıştırır, sonra da başarılı olduysa, “Oh , kırıldığı hiç anlaşılmıyor, pek güzel oldu.” diye arkamıza şöyle bir yaslanırız değil mi?

Hah işte, bu bir toplum kültürü efendim..

Neden derseniz, bizim geleneğimizde “ayıbı örtmek” vardır.
“Kol kırılır yen içinde kalır” vardır. “ Elalem ne der?” vardır..

Böylece kırılan vazoyu çaktırmadan yapıştırmak ya da kaldırıp çöpe atmak gibi, başımıza gelen dertleri de, başarısızlıkları da, şanssızlıkları da, aynı şekilde yok saymak, veya olmamış gibi davranmak rolune soyunuruz.

Gel gör ki Japonlar farklı düşünüyor.

Kırılan eşyayı “altın tozu” ile onararak, hasar gören bir eşyanın, daha da değer kazandığına inanıyorlar.

“Altındaki mantık tam olarak şu : “ Mükemmel olmayanı kucaklamak! “

Aynı şeyi insan hayatına yansıtırsak, Japonlar diyor ki, “Bir insan acı çekmiş, hasar görmüşse, bundan büyük bir ders çıkarmıştır. Ve artık eskisinden daha güzel, daha değerlidir.”

Anlayacağınız hasarlı olan kısmı saklamak yerine, altınla kaplayıp değer vermek ve bu şekilde saygıyla karşılamak söz konusu..

Ne kadar farklı bizim kültürümüzden değil mi?
Hayat da her şeyi canım cicim diye öğretmiyor ki, bazen aşkediyor yüzüne tokadı, bazen indiriyor kafana balyozu, ve bazen ittiriyor sırtından kabaca..
Biz bu mantıktan gidersek, Öğrenene kadar hırpalıyor bizi..

Kırılıp dökülmeden insan kemale eremiyor …

Ama, zaman denen o şahane merhem, her yaraya şifa oluyor illa ki..

Renkleri flulaşmış sulu boya resimlere dönüyor çektiğimiz acılar.. Bakıp bakıp, yahu ben bir zamanlar bu resmin içinde miydim diyorsunuz, ya da eninde sonunda diyeceksiniz..

O zaman işte , önemli olan ne biliyor musunuz, o acılardan, sertleşmiş, katılaşmış bir kalple çıkmamak..
Çünkü o kalp sertleşti mi, en çok sahibine batıyor..

Sadece kişisel hayatımızda da değil, Kintsugi’yi düşünürken aklıma hep Türkiye’m geldi.

Dolmuşta, markette şurada burada duyduğum zaman resmen kalbime diken gibi batan bir söylem var, “ Biz adam olmayız” “ Çivisi çıktı bu memleketin..” “Yaşanmaz bu ülkede..”

Bu güzel memleketin orası burası çatlamış, kırılmış olsada, o kırıkları altın ile kaplamadığımız sürece, böyle konuşmaya devam ettikçe, bizi sinesinde saklayacak bir vatanımız kalmayacak.
Çünkü bence her bu cümlede bir kenarı daha kırılıyor bu caanım ülkenin..

Hiç , ama hiç birimiz mükemmel değiliz, belki de hiç bir zaman olmayacağız.

İç içe geçmiş çanaklar gibiyiz milyonlarca..

Hepimizin kırıkları, ayıpları var.
Yok sayamayız onları.

Onları görünmez bir yapıştırıcı ile tutturup başımızı başka yöne çeviremeyiz. Kırılan parçaları öylemesine çöpe süpüremeyiz.
Ya da başka bir çanağı parmağımızla gösterip nasıl kırıldığından da bahsedemeyiz..

Önce kendimizin, sonra da birbirimizin kırıklarını , hasarlarını altın tozuyla kaplama zamanı..

Gözümün nuru memleketimin mükemmel olmayan yanlarını kucaklama zamanı..

Altın tozu nerede mi?

Zülfü Livaneli’nin türküsünde :
“Bir insanı sevmekle başlayacak her şey…”

 

Bige Güven Kızılay
Hayal Ağacım – Hayykitap

Doğu & Batı Çocukları

Doğu Çocukları Niçin Daha Egoist, Batı Çocukları Niçin Daha Özgüvenli Yetiştirilmekte ?

Yazacaklarım kesinlikle bilimsel araştırmalara ya da herhangi bir uzmanlığa dayanmamaktadır. Sadece kişisel gözlemlerim ve deneyimlerime dayanmaktadır.
Yurtdışına Dil öğrenimi ve eğitim için çıkmıştım.
Türkiye’de daha önce ciddi hiçbir iş deneyimim yoktu, rahat bir öğrencilik hayatım olmuştu.. Yaşam masraflarını karşılamak için bir Restaurant’ta çalışmaktaydım. Benimle birlikte 14-15 yaşlarında yerli bir Lise öğrencisi çocuk daha çalışıyor, hafta sonları gece saat 10-11’e kadar bulaşık yıkıyordu. Acıyordum çocuğa. Arada izin veriyor, yerine ben yıkıyordum.
Ülke refah düzeyi yüksek bir ülke idi. Birgün, çocuğa niçin çalıştığını sordum.
“Yaşam masrafları için.. kiramı ödemem lazım,” dedi.
“Kiminle kalıyorsun? Ailen ödemiyor mu kirayı,” dedim
“Ailemle kalıyorum ve aileme ödüyorum.”
( İçimden ‘Vay acımasızlar,’ dedim) Bir yandan çocuğa üzülüyordum bir yandan da ona elimden geldiği kadar yardım ediyordum bizim oraların yüreğiyle ” Aman ezilmesin bu yavrucak,” diyordum.
Haftalar geçti.. Birgün gazete okuyordum. Ülkenin vergi rekortmenleri listesi açıklandı. Tam gazete okuyorken çocuk ise geldi. Bana selam verdi içeri girerken. Ben de bir anda ” Bak bu adam sana ne kadar benziyor, ” dedim. Adam cidden benziyordu ama ben şaka yapıyordum.
Yanıma geldi gazeteye baktı ” Babam, ” dedi. Bu sene 2. olmuş. Geçen sene 3. idi, ” dedi. İnanamadım. Çocuğun babası ülkede en çok vergi veren 2. zengin işadamıydı.

Çocuğun ailesine karşı içimde duyduğum kızgınlık daha da artmıştı. “Şuna bak, ülkenin en zengin adamlarından birisinin çocuğu haftasonu sabahlara kadar bulaşık yıkıyor, kirasını ve yaşam masraflarını karşılamak için uğraşıyor; ailesiyse yardım etmiyor,” diyordum. Çocuk beni çok severdi. Birgün doğum günü partisine davet etti. Gittim. Denize sıfır, harika bir villada yaşıyordu. Ailesi ve bütün arkadaşları oradaydı. Partide babası ile tanışma ve konuşma fırsatı buldum. İyi bir adama benziyordu. Sıcak kanlıydı, herkesle teker teker ilgileniyordu. Daha ceberrut bir baba bekliyordum karşımda. Konuşup konuşmamak konusunda içim içimi yiyordu.
Kendimi tutamadım. Adama: Bu çocuğa niye sahip çıkmıyorsun, niye korumuyorsun dedim. Adam şaşkınlıkla bana bakarak, “Niçin böyle düşünüyorsun,” dedi.
“Bu çocuk haftasonları yanımızda bulaşık yıkıyor.”
Adam şaşırdı: “Koruyorum işte,” dedi, “çalışıyor ve kimseye muhtaç değil. Yaşam masraflarını şimdiden kendisi çıkartıyor,” dedi. Kızgınlıkla, “Bu çocuğun okuması gerek. Kira alarak mı sahip çıkıyorsun bak şunun haline… Bizim de ailelerimiz var; bizim için herşeyi yapıyorlar. Bir de vergi rekortmenisin. Yazık şu yaptığına,” dedim.

Adam önce şaşırdı ve sonra güldü. Daha sıcak bir ifadeyle, “Bak,” dedi, “sizin yardım etmek anlayışınızla, bizim yardım etme anlayışımız çok farklıdır. Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmeyi tercih ediyoruz. Senin dediğin gibi bu çocuğun masraflarını ailecek biz karşılasak, bu çocuk rahat bir eğitim dönemi geçirir; ancak asalak, bencil, kibirli bir çocuk olur. Toplumla ve insanlarla bağında hep problem olur ve herkese üst perdeden konuşur. Evet kira alıyorum, yaşam masraflarını kendisi karşılıyor. Bana şükran borcu yok. Hayatın ne olduğunu biliyor. Hayat hep birşeylerin masrafını ödetmiyor mu sana? Bunu erken yaşlarda öğrenip, ona göre gerçekleri görmesi ve hayatını daha rasyonel temelde ona göre kurması olumsuz birşey mi?”
Salonun daha sakin bir köşesine geçtik. Pencere kenarına kadar attığımız adımlar bitince adam devam etti:
“Eğitim çocuğa harika bir kapı açabilir, bu sayede çok para da kazanabilir. Ancak meslek öğrenmesi insanları hayatı genç yaşta tanıması onu farklılaştırır, olgunlaştırır. Toplumda sadece kendisinin olmadığını ve öteki insanların da olduğunu fark eder. Eğitim insanı farklı bir yöne, meslek farklı bir yöne hazırlar. Kira almasam, bütün parası kendisine kalsa kazandığı parayı gidip uyuşturucuya, eğlenceye, alkole, kumara harcayacak. Kira sorumluluğu olduğu için bütçesini ona göre ayarlıyor. Bu yaşta bütçesini yönetebiliyor. Oğlum seni çok sever. Bahsetti. Çok iyi bir insanmışsın. Ona yardım ediyormuşsun. Üniversite okumuşsun, ancak iş yerinde bir domatesi bile kesemiyor,kızıyor ve küfür ediyormuşsun; elin birçok ise yatmıyormuş restaurantta. Oğlum komik hallerini anlatıp gülüyor. Biz de ailecek gülüyoruz. Ancak bir domatesi kesemiyorsan, yetiştirilme tarzın da eksiklikler var demektir. Bir yerde Üniversite diplomasi ile iyi bir iş bulabilirsin. Ancak hafife aldığın,basit gördüğün domates kesme işini yapan adamı aşağılarsın,” dedi.
“ Yeri gelecek şu gördüğün bütün servetim bu oğlumun olacak. Çalışmadan servet sahibi olursa canavara dönüşür. Herkesi aşağılar. Bir işçinin nasıl iş yaptığını, nasıl işçi maaşı ile geçindiğini bilmez. Sürekli onlarda kusur arar, uğraşır durur. Ben bir evlat yetiştirmek istiyorum; bir canavar yetiştirmek istemiyorum. Sadece eğitimi önemsiyorsunuz. Mesleği önemsemiyorsunuz. Eğitim ne yapacağını öğretirken, mesleki tecrübe başkalarıyla birlikte nasıl yapacağını öğretir. Meslek sayesinde egoyu atar. İş yapabilme yeteneği ile özgüveni gelişir. Hem yetenekleri çoğalır, hem insanları anlar,’ dedi.
Söyledikleri çok etkilemişti.

 

Gelelim bana… Kendi hikayemi anlatacağım ama bilin ki bu hikaye neredeyse hepimizin hikayesi… Bütün eğitim dönemimde ailem masraflarımı karşıladı. Hiç çalışmadım o dönemler. Durmadan kitap okudum,durmadan dolaştım, eğlendim ve durmadan siyaset yaptım.. Birçoğunuz gibi çocukluğun ilk günlerinden ” Büyük adam olacak, ya da ünlü adam olacak, ” diye yetiştirildim.
Bizim gibi toplumlarda, “Büyük devlet adamı, kurtarıcı vs” gibi yetiştirilen çocukların durumunu destekleyen bir de rüya görülür. Bir yakınımız,biz çocukken rüyasında büyüyünce çok büyük bir adam olacağımızı görür. Ya bu rüyayla ya da çocukken söylediğimiz bir sözün keramet alameti sayılmasıyla hepimiz ayrıcalıklı, üstün ” Büyük adam” adayı olarak yetiştiriliriz. Doğu toplumlarının destan, efsane ve masal toplumları olması, kahramanlık temasının bu efsanelerde, masallarda ve destanlarda çok yüklü olması da başka bir faktördür.
TR’deyken herhangi bir kitabı okuyup bitirince, “Çok güzel bir kitap ama birşey eksik yine,” derdim. Cevabını yurtdışında buldum: ” Hayatın kendisi eksikti..
Beğendiğim bütün hikayeler, bütün sonuçlar bütün deneyimler ne kadar güzel olursa olsun bana değil, başkalarına aitti.Başkalarının tecrübeleriyle geldiği sonuçtu okuduğumuz kitaplardaki öyküler, romanlar ve tavsiyeler…
Gelelim bizim anne ve babalarımıza..
Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum…

Bizim annelerimiz ve babalarımız çok iyi insanlar, ancak çok “kötü” anne ve babalar. Çocukları gerçeklere göre değil, hayallere göre yetiştiriyorlar. Batı’da çocuk hayallere göre değil, gerçeklere göre yetiştiriliyor. Gerçekleri daha erken gören çocuğun hayalleri de daha gerçekçi oluyor.Gerçekçi olunca gerçekleştirilme oranları da hayliyle yüksek oluyor. Ailemizin bir yanlışı var. Anne babalarımız sebebi ne olursa olsun hayatta kendi gelemedikleri yerlere bizleri getirmeye çalışıyorlar. Çocuklarından kahramanlar, kurtarıcılar çıkartmaya çalışıyorlar.
Hiçbir annenin ve babanın hayatta kendi gelemediği yere çocuğunun gelmesini beklemek gibi bir hakkı yoktur. Bu arzu çocuğun yaranına görünse ve masum gibi dursa da değildir. “Senin için neler çektim. Sana verilen imkanları kimsenin çocuğu göremedi. Saçımı süpürge ettim,” gibi anlayışlar son derece zarar vericidir.

Annelere babalara şunu söylüyorum. Çocuğunuz için fedakarlık yapmayın. Onu da küçük yaşta hayata atın. Hem sorumluluk alsın hem de görsün herşeyi. Bizde çocuk 23-25 yaşlarında Üniversiteyi bitiriyor ve hayatı öğrenmeye ancak mezun olunca başlıyor. Batı’da üniversite bitiren çocuk eş zamanlı olarak çalıştığı için hayati da bir bakıma görmüş, öğrenmiş oluyor. Bizim Doğu toplumlarında çocuk sürekli korunduğu ve sürekli olağanüstü hayallerin varisi olarak yetiştirildiği için ” Egoist” oluyor.

Birgün parkta küçük bir çocuk seviyordum, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sordum. Annesi güldü. Sonra bir daha sordum, bu sefer memnuniyetsiz bir ifade belirdi yüzünde. “Çocuğa böyle sorular sormayın. Ne olacağına yıllar sonra hayatı görüp karar verecek. Şimdiden kafasının bununla meşgul olması anlamsızdır. Şu an öğreneceği şey ayakkabılarını bağlamak, yatağını toplamak, tabağını yıkamak gibi disiplin ve organize edici şeyler yapmak; bir de çocukluğunun tadını çıkartmak.
Batı’da çocuğa ilk yatak toplamayı, ayakkabılarını bağlamayı öğretirler. Önemlidir bu. Hergün yatağını toplayan çocuk düzen, disiplin öğrenir. Bizde düzen, disiplin, system,organizasyon öğretilmez. Bütün hayatımız boyunca en büyük eksikliğimizdir aslında. Herşeyi anne baba yapar. Çocuk geleceğin dehasıdır, büyük adamıdır, kahramanıdır ya da kurtarıcısıdır, yeter ki ezilmesin.
Özgüven, insanın yaptığı işlerden, uğraşlardan, becerilerden, yarattıklarından, ürettiklerinden gelmektedir. Bizler uzun süre hiç çalışmıyoruz yaratmıyoruz, üretmiyoruz da. Batı’da çocuk küçük yaşta kendine uygun işlerde çalışarak önce ÖZGÜVENİNİ gelştiriyor.
Biz de, çocuk sürekli korunarak ve aşırı övülerek EGO’su olağanüstü şekilde şişirilmektedir. Bizler büyük adam, olarak yetiştirildiğimiz için daha çok EGOİST, bencil ve kibirli oluyoruz. Buna rağmen iş yeteneğimiz ve becerimiz olmadığı için ÖZGÜVEN’imiz çok daha azdır.
Egoizmin, kibirin pan zehiri küçük yaşta becerimizi, iş yapabilme yeteneğimizi, başkalarıyla ortak hareket edebilme tecrübemizi geliştirmek, yani yaşamla ve gerçeklerle erken tanışmaktır. Tanıdığım ne kadar üst düzey müdür ve yönetici varsa hepsi zamanında bulaşıkçılık, cafe işçiliği, benzincilik gibi bizim hor gördüğümüz işleri yapmış. Zengin fakir hepsi çalışmış. Toplumun her tabakasıyla empati kurabilme yeteneğini bu yüzden geliştirmiş.

Şu an ne zaman dışarıdan yiyecek alsam ve gittiğim yer kalabalık olsa, servis yapan elemana hep “Acelem yok, rahat ol; önce öteki müşterile bak,” derim.Çünkü o adamın o an neler yaşadığını iliklerime kadar bilirim. İlk geldiğim yıllar ben de o işi yapıyordum. O duyguyu her haliyle tecrüb etmiştim. EMPATİ ancak böyle öğretilebilir, diye düşünüyorum. Bizim ÖZGÜVENİMİZ yok. Çünkü becerilerimiz, hünerlerimiz, iş yapabilme yeteneklerimiz, kendimize yeterliliğimiz ve bunun yanında başkalarıyla birlikte vee sit yaşama duygularımız pek gelişmemiş.

O yüzden daha çok EGOmuz var. EGO ile ÖZGÜVEN tamamen ters orantılıdır. Ancak hep birbiriyle karıştırılır. Egoist bir insanın kibri yüksek Özgüven sayılır. EGOİST insanlara bakın, ÖZGÜVENLERİ olmadığı için sürekli kibir abideleri gibi dolaşırlar. Ancak ellerinden hiçbirşey gelmez. Birçok şeyi beceremezler. Hep başkalarını suçlayarak ezerler. Hayatta çocuğu hayata hazırlamanın en güzel yolu, onu hayatla en kısa zamanda tanıştırmaktır.

Hayatla en kısa zamanda tanışmak çocuğa, insanlar arasındaki ilişkileri, kazandığının değerini bilmeyi, bedel ödemeyi öğretip, geleceğe yönelik önemli kararları almak hususunda son derece de gerçekçi olmasını sağlayacaktırk. Bizde yanlış bir anlayış var: Çalışan çocuk okumaz deyip çocuğu hiç ise vermemek, ya da bir iş yerine, “Eti senin kemiği benim,” diyerek verip, gizliden tanıdık patrona çocuğu ezdirmek.

İkisi de çok yanlış bakış açıları…
Haftada 1-2 gün 3-5 saatte olsa çocuğunuzu ise verin.
Topluma ” Sen benim kim olduğumu biliyormusun? ” diyen ve kendisinden daha güçsüz gördüklerini ezen, onlara parayla, güçle, lüksle hava atan bir canavar yetiştirmek istemiyorsanız bir konfeksiyoncunun, marangozun, kasabın, manavin, tamircinin hayatını tecrübe etmiş bir çocuk yetiştirin; EMPATİ böyle edinilir, başka reçetesi yoktur.
Doğu toplumları yaşadıkları sorunların kaynağını yönetimde, Batı toplumları üretimde aramaktadır. O yüzden bizler çocuklarımızı hep “üstün yöneticiler” olmaya yetiştiririz. Ülke meselelerini üretim (ekonomi) değil, hep yönetim (siyaset) boyutuyla tartışırız. Üretim yapılarını değil, yönetim yapılarını hedef alırız.
Çocuklarınızı yönetici olmaya değil, önce üretici ve katılımcı olmaya yetiştirin.
Bırakın çocuğunuz kendi yeteneklerine, becerilerine ve tecrübesine göre kendisi seçsin hayatta izleyeceği yolu. Lisede zaman bulabildikçe hafta sonları, yaz tatilleri çalışan çocuk hem insanları, hem hayatın nasıl kazanıldığını hem kendi becerilerinin neler olduğunu öğrenecek.
Yani hem toplumu hem kendisini tanıyacak.
Lise sonrası eğitim veya çalışma hayatında en doğru tercihi yapacak. Yarın çok büyük bir makam, mevkide elde etse, karşısına çıkan alt tabakadan insanları ezmeyecek, onları kendi geçmişinden tanıyacak.

Jon Snow

Güç ve Karakter Meselesi

Ya Gücünden alırsın karakterini ,
Ya da karakterinden alırsın gücünü

Güçlü olanın kibri, Allah’ı unutmasındandır. Güçsüzün kibri, aynı unutmuşluğun üzerine bir de ahmaklıktır. Tevazu ise güç ilişkilerinden bağımsız olarak kendini bilmektir.

* * *

Kendisinden daha güçlü olanlara kardeşlik çağrısı yapanların ne denli samimi olduğu, kendisinden güçsüz olanlara nasıl davrandığıyla ölçülür.

Bir anımı nakledeyim. Bir gün asistanlarla sohbet ederken konu iyi olmak kötü olmaya geldi. O dönemde astığı astık kestiği kestik kibirli bir bölüm başkanımız vardı. Asistanlar dan biri ” hocam siz bize ne kadar iyi davranıyorsunuz., oysa bölüm başkanı olan hocamız burnumuzdan getiriyor dedi.” Ben de “peki sen Hoca olsan benim gibi mi yoksa onun gibi mi yapardın” dedim. Kısa bir süre düşünüp cevap verdi. “Onun gibi yapardım”. Ben de ayağa kalktım ve ‘konuşma bitmiştir’ dedim.
Hem bir şeyin yanlış olduğunu bileceksin, hem de fırsat eline geçince o yanlışı tekrar edeceksin. Sen o zaman bu davranışı fazlasıyla haketmişsin demektir.

Prof.Dr. Tamer Baysal

İstanbul Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Bir Yetişkin Yaratmak

Stanford Üniversitesi (ABD) Birinci Sınıflar ve Rehberlik Dekanı Julie Lythcott- Haims, çocuklarımızı yetiştirirken hangi hatalara düştüğümüzü anlatıyor.
Helikopter ebeveynlik.
Aşırı korumacılık.
Onlar yerine karar vermek.
Önlerindeki engelleri temizlemek.
Her isteklerini yerine getirmek.
‘Bunların nesi yanlış?’ diyenlere açık bir dille yanlışları gösteriyor.
Yanlış ebeveyn tutumları nedeniyle günümüz çocuklarının;
sorunlarını çözemediklerini,
engeller karşısında bocaladıklarını,
hep kendilerine yardım edecek birini aradıklarını,
yaşam güçlüklerine karşı ürkek ve çekingen olduklarını,
nedenleri ve sonuçlarıyla açıklıyor.

Amerikalı çocukların içine sürüklendiği tüketim kültürüne özgü durum bütün dünya için geçerli.
Artık çocuklar, elbette reklamların yoğun baskısının da etkisiyle ‘her şeyi istiyorlar’, ‘hemen istiyorlar’, ‘hepsini istiyorlar’. Dahası, bu isteklerinin hakları olduğuna da inanıyorlar.
Hakları var ama görevleri yok.
İstekleri var ama sabırları yok.
Her şeyi istiyorlar ama kendi sorumluluklarını istemiyorlar.
Günümüzün anne babaları da, bu istekleri görevleri bilerek çabalayıp duruyorlar.
Günümüzün kısırdöngüsü bu.
*
Geçen haftalarda Gazi Üniversitesi’nin düzenlediği Erken Çocukluk Kongresi’nde yaptığım sunumda benzer konuları dile getirmiştim.
Benim çocukluğumda bizim anne babamızı hoşnut etmek için çabaladığımızı ama günümüzde anne babaların çocuklarını hoşnut etmek için çabaladıklarını gördüğümü açıklamıştım.
Tüketim kültürü de elbette kendi çocukluk tipini yaratıyor.
Bu çocukluk, tüketime dönük her şeyi isteyen,
ama kendini hiçbir şeyden sorumlu tutmayan bir tutum içinde.
Ama yaşam bu değil.
‘Yaşam bana bir şey vermedi’ sözü, boşuna bir beklentidir.
Yaşam, kimseye bir şey vermez.
Yaşam, sizin ona verdiklerinizi size geri verir.
Bir şey vermeden almayı bekleyenler boşuna beklerler.
Elde etmek için hak etmek gerekir.
Kazanmak için çalışmak gerekir.
Bir yere ulaşmak için hedefinizin olması gerekir.
Özgür olmak mı istiyorsunuz? Sorumluluk alacaksınız.
Sorumluluğu olmayan özgürlük başıboşluktur.
Yetişkin olmak mı?
Elbette kolay değil.
Yetişkin olmak zor ama sığınmacı olmak kolay.
Aslında, erişkin yaştakilerin çoğu da ‘sığınmacı’dır.

*
SIĞINMACI KİŞİLİK;
Yetişirken ana babaya sığınma.
Sonra da sığınacak bir yer arama.
Devlete sığınma. Partiye sığınma. Lidere sığınma.
Allah’a sığınma. Dine sığınma. Tarikata sığınma. Cemaate sığınma.
Sığınmacılık kolay iş.
Düşünme, tasalanma, karar verme, söyleneni yap.
Sığın gitsin.
Özgür olup ne yapacaksın?
Aklını sığındığına emanet et, rahat yaşa.
İşte, toplumsal felaketimizin kaynağı budur.
*
Böyle bir toplum güdülmek ister.
Böyle bir toplum başında bir ‘güdücü’ ister.
Gerçeklere kapalı aklıyla her yalana inanmaya hazır yaşar.
‘Sığınmacı toplum’da sıkıntı çekenler ‘Yetişkin yurttaşlar’dır.
Onlar, yetkin bireyler, uygar toplum için çalışırlar.
Başarabilirler mi?
Elbette başarırlar.
Çünkü, dünyada hiçbir sığınmacı toplum özgür yaşayamaz.
Özgür bir ülke için yetkin bireyler ve uygar bir toplum gerekir.
Her zaman sonuçta onlar kazanırlar.
Yeter ki ortak hedefleri bu olsun.
Yeter ki, güçlerini birleştirsinler.
Yeter ki, ortak hedefe yürüsünler.
Elbette başaracaklardır. Kesinlikle…

Beyaz zambaklar ülkesinde Rübab-ı şikeste Sapho Balzac Kapital Toplum sözleşmesi Fenn-i ruh Burjuva demokrasisi ile proletarya diktatörlüğü